Araştırmacı Yazar Cüneyt Diler'in kaleminden Alpaslan TÜRKEŞ'in doğumundan vefatına 106 yıl.
Cüneyt DİLER
Son yüzyılın Türk tarihine damgasını vuran, Türk milletinin geçmişinde ve geleceğinde mühim roller oynayan Türk büyükleri arasında hiç şüphesiz Alparslan Türkeş’in apayrı bir yeri vardır.
Türk siyasi hayatında pek çok önemli şahsiyet varlık göstermiş, ancak bu şahsiyetlerden pek azı fikirlerini, düşünce dünyalarını ve duygularını geleceğe aktarabilmiştir. Geleceğe aktarım sağlayabilen bu isimlerden ön plana çıkan bir tanesi de Alparslan Türkeş olmuştur. Türkeş, asker kökenli bir siyasetçi olup hayata gözlerini yumduktan sonra dahi Türk siyasal hayatına yön verebilmeyi başarabilmiş nadir bir şahsiyet olarak kabul edilmektedir. Özellikle 1960 darbesi sonrasında milliyetçiliği, Türkçülük mefhumu etrafında kenetlemeyi başarabilmiş ve Türkçülük mefhumunu kurduğu siyasal partiyle kemikleştirebilmiş bir aktör olmuştur. Sonrasında ise Türk siyasal hayatındaki özgül ağırlığı dolayısıyla pek çok politik gelişmede aktif rol oynayan bir politikacı olarak ön plana çıkmıştır.
Bu dava ve siyaset adamının hayatına baktığımızda, milleti ve devleti için elinden gelen her şeyi yaptığını görürüz. Eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti parçalanmadan bugünlere kadar gelmiş ise onun ve yetiştirdiği Türk Milliyetçileri sayesindedir. Dolayısıyla günümüz Türk Milliyetçiliğinin şekillenmesinde ve fikri dünyasının oluşmasında, Alparslan Türkeş’in katkısını kimse inkâr edemez.
Türkiye’de milliyetçilik, özellikle Cumhuriyetin kurulması, çok partili hayata geçilmesi ve 1960’larla birlikte toplumsal ve siyasal alanda varlık göstermesi ile birlikte kamusal alanda belirgin bir görünüm kazanmıştır. Türk milliyetçiliğinin teorik ve edebi anlamda birçok temsilcisi olmasına rağmen siyasal alanda ilk akla gelen isimlerden birisi Alparslan Türkeş’tir. 1960’larda askeri görevleri bulunan ve kendisini vatansever bir asker olarak tanımlayan Türkeş, bu görevlerinin ardından pratik siyasete atılmış ve 1999 yılında vefat edene kadar Türkiye’de milliyetçi partiler olarak anılan partilerin liderliğini yapmıştır. Türkeş, yaşamı boyunca hatta vefatından sonra da başkomutan, önder, lider anlamına gelen Başbuğ olarak anılmıştır. Bugün dahi bu şekilde anılmaya devam etmektedir. Şüphesiz içinde bulunduğumuz zaman diliminde Türk milliyetçiliğinin siyasal alandaki temsilcisi olarak ön plana çıkmasında ve partisinin milliyetçi bir parti olarak siyasal alanda varlığını devam ettirmesinde Türkeş’in izlediği siyaset önemli bir rol oynamıştır. Bunu yaparken hem partisinin hem de milliyetçi ideolojinin temsilcisi olacak şekilde ülkücülük kimliğini takipçilerine kazandırmış ve bu kimliğin kullanılmasını sağlamıştır. Aynı zamanda Türkeş, “9 Işık Doktrini” ile milliyetçiğe ışık tutmuş ve takipçilerine yol gösterecek temelleri kazandırmış önemli bir siyasal liderdir.
Onun ülküsünden ve kavgasından etkilenmeyen hiçbir Türk yoktur. Bugün Türkiye ve diğer çağdaş Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlık ülküsünün temelinde de Alparslan Türkeş'in emeğinin olduğunu söylemeden geçemeyiz. 20. asrın sonlarında, Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlık hareketlerinde ön plana çıkan milliyetçi faaliyetlerin hepsinin de Türkiye ve dolayısıyla Milliyetçi Hareket Partisiyle alâkası vardır.
Bir Lider: Alparslan Türkeş Alparslan Türkeş, 25 Kasım 1917'de Kıbrıs Lefkoşa'da dünyaya gözlerini açmıştır. Babası Koyunoğlu sülalesinden Tuzlalı Ahmed Hamdi Bey, annesi ise Fatma Zehra Hanım'dır. On altı yaşında ailesiyle birlikte İstanbul'a giden Türkeş, 1933 yılında Lefkoşalı olan İzmir Milletvekili Hüseyin Sırrı Bellioğlu'nun desteğiyle geçici olarak Kuleli Askerî Lisesi'ne kaydolmuş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduktan sonra ise askerî liseye asil olarak kaydını yaptırmıştır. 1936 yılında askerî liseyi bitiren Türkeş 1938 yılında ise Harp Okulu'ndaki eğitimini tamamlamıştır. 1940 yılına gelindiğinde Refik Yurtsever'in yeğeni Muzaffer Hanım ile hayatını birleştiren Türkeş; Gelibolu ve Erdek başta olmak üzere çeşitli yerlerde askerlik görevini icra etti. Çevresi tarafından Osmanlı ve Türk tarihine ilgi duyan, Türk büyüklerini tanıma iştiyakıyla ön plana çıkan bir subay olarak tanındı. Özellikle Ziya Gökalp ve Nihal Atsız'a ait eserlerden yaptığı okumalarla düşünce dünyasını şekillendirdi. Türkeş subay olarak görev yapmakta iken 1944 yılında yapılan "Irkçılık-Turancılık" davasında Nihal Atsız, Orhan Şaik Gökyay gibi isimlerle birlikte yargılanmış ve 9 ay 10 günlük hapis cezasına çarptırılmıştır. Tophane Askerî Cezaevi'nde kalan Türkeş, 1945 yılında Askerî Yargıtay'dan çıkan kararla beraat etmiş ve tekrar ordudaki görevinin başına dönmüştür. 1955 yılına gelindiğinde Harp Akademisi'nden mezun olan Türkeş, 1955-1957 yılları arasında -ABD'de- NATO Daimî Komitesi'nde Türk Genelkurmayı'nı temsil heyetinde çalışmış, 1959 yılında ise Almanya'ya Atom Nükleer Okulu'nda staj yapmak üzere gönderilmiştir. Bu görevlerin ve eğitimlerin akabinde Türkiye'ye dönen ve albaylığa yükseltilen Türkeş, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nda NATO şube müdürü olarak görev almıştır. 27 Mayıs 1960 tarihinde yaşanan darbeden kısa bir süre önce Elazığ'daki görev yerinden Ankara'ya tayin edilen Alparslan Türkeş, darbe bildirisini radyodan okuyan isim olmuştur. Darbe bildirisini okuduktan sonra tanınırlığı artan ve adı sıkça duyulan Türkeş, aynı zamanda yönetime el koyan ve otuz yedi kişiden oluşan Millî Birlik Komitesi üyeleri arasında yer almıştır. Darbe sonrasında Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenmiştir. Ancak bir süre sonra komite üyeleri arasında yaşanan görüş ayrılığına bağlı olarak 13 Kasım 1960 tarihinde Millî Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel'in yayınladığı bir bildiri ile Komite feshedilmiştir. Sonrasında yeniden oluşturulan Millî Birlik Komitesi'nde ülkenin yönetiminde köklü değişiklikler yapılarak ülke yönetiminin sivillere bırakılmasını istemeyen on dört subaya – yakın tarih kayıtlarına 14'ler olarak geçmiştir. – yer verilmemiştir. Atılan bu adımla Türkeş'in de içerisinde yer aldığı on dört subay Türk Silahlı Kuvvetleri'nden emekliye sevk edilmiş ve Türkeş yurt dışına – Yeni Delhi'ye – büyükelçi müşaviri olarak gönderilmiştir .
Bahsi geçen yıllarda Türkeş, içerisinde bulunduğu durumdan, yaftalanmaktan dolayı sitem etmektedir. Türkeş, izlediği siyaseti toplumcu söylemlerle geliştirdiğinde komünistlikle yaftalandıklarını, milliyetçi söylemleri ön plana çıkardıklarında faşistlikle suçlandıklarını, meseleleri ilmi olarak ele almaya çalıştıklarında dinsiz olarak etiketlendiklerini ve konulara toplumun büyük çoğunluğunun benimsemiş olduğu İslamiyet odaklı değerlendirdiklerinde ise gerici olarak itham edildiklerini dile getirmektedir. Aynı zamanda Türkeş, 1960 darbesi sonrasında Yassıada mahkûmlarını idam ettiren kişiler olarak lanse edilmelerinden duyduğu rahatsızlığı da dile getirmiştir7 (Türkeş, 1965). Zira Türkeş’in Yeni Delhi’de müşavirlik yaptığı zaman diliminde Cemal Gürsel’e gönderdiği mektupla - yargılamaların devam ettiği süreçte – Demokrat Parti ileri gelenlerinin ve Adnan Menderes’in idam edilmemesi isteğini iletmiştir. Ancak bu talebi karşılık bulmamış ve Menderes ve arkadaşları idam edilmiştir. Bu olaydan yaklaşık iki sene sonra ise Türkeş- 1963 yılında Hindistan’dan Türkiye’ye dönüş yapmıştır.
Türkiye’ye döndükten sonra siyaset sahnesine çıkacağını duyuran Türkeş, 1963 yılında yurda döndükten sonra girişimlere başlamıştır. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası süreçte Alparslan Türkeş’in birlikte hareket ettiği isimlerden Rıfat Baykal, Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer ve Ahmet Er 1965 yılının 31 Mart’ında Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) katılmışlardır. Sonrasındaki zaman diliminde bu kadro daha da genişlemiş, 31 Temmuz 1965 tarihinde ise CKMP’nin Genel Başkanı olarak Alparslan Türkeş seçilmiştir. Türkeş’in genel başkanlık koltuğuna oturması sadece bir parti liderliği olmamış, Türk siyasal hayatında yeni bir sayfanın açılması anlamına gelmiştir. Özellikle 19. yüzyılda dil ve tarih alanında yapılan çalışmalarla ortaya çıkan, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde ise fikir adamları tarafından ön plana çıkartılan ve 3 Mayıs 1944 tarihindeki hadise ile birlikte kitleselleşen Türk milliyetçiliği fikri ilk defa bir siyasi parti tarafından nevi şahsına münhasır başat bir doktrin olarak vücut bulmuştur. Ortaya çıkan bu tablo sadece bir siyasi hareket ya da akım olarak değil, “Ülkücü Hareket” olarak tarif edilen siyasi ve fikri bir geleneğin temerküz etmesi anlamına gelmiştir (Sanlı, 2019, s. 36-37). 1970 yıllarında Milliyetçi Cephe Hükümetlerinde önemli bir rol üstlenmiş olan Türkeş’in 1980 yılında gerçekleşen darbe sonrasında partisi kapatılmış ve idamla yargılanmıştır Yargılandığı bu davadan 9 Nisan 1985 tarihinde beraat etmiş ve 6 Eylül 1987 tarihinde yapılan referandumla birlikte de siyaset yapma yasağı kalkmıştır. Hemen akabinde 4 Ekim 1987 tarihinde yapılan Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) Olağanüstü Kongresi’nde ise genel başkanlığa seçilmiştir. 24 Ocak 1992 tarihine gelindiğinde ise MÇP’nin 4. Olağanüstü Kurultayı’nda partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), amblemi ise üç hilal olarak değiştirilmiştir Ülkücü hareketin ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin inşasına önderlik eden Alparslan Türkeş namı diğer “başbuğ”, etrafında lider kültü oluşturulmuş bir politikacıdır. Türkeş, özgün bir fikir adamı olmamakla birlikte Türk milliyetçiliği anlayışını popüler bir siyasal ideolojiye dönüştürme noktasında önemli bir isimdir. Türkeş’in milliyetçiliği, ulusal kimliğin ‘doğal’ bir unsuru olmaktan çıkarıp müstakil ayrı bir politik kimliğe dönüşmesine taşıyıcılık etmesi ‘Türkeşçi’ doktrin ve ideolojinin oluşmasına yol açmıştır (Bora, 2017, s. 686). Bu ideoloji ve doktrini hayata geçirmek için Türkeş, 20. Yüzyılın ikinci yarısında milliyetçilik ideolojisini geliştirmiş ve geliştirdiği “9 Işık Doktrini” ile yeni bir iktisadi kalkınma reçetesinin yolunu göstermiştir. Milliyetçilik, Ülkücülük, Ahlakçılık, İlimcilik, Toplumculuk, Köycülük, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Gelişmecilik, Endüstri ve Teknikçilik “9 Işık Doktrini ”nin ilkeleri olmuştur.
Esasında Türkiye ölçeğinde Alparslan Türkeş’in izlediği siyaset ve mihmandarlığını yaptığı milliyetçi ideolojinin olgunlaşması uluslararası sistemde yaşanan gelişmelerden bağımsız değerlendirilmemelidir. Keza 19. yüzyılın başlarında Türkistan ve Kafkasya’daki Türk topraklarının çoğu Çarlık Rusya’sı tarafından işgal edilmiş; 1828 yılında Azerbaycan, 1854’ten itibaren de Türkistan Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını yitirmeye başlamıştır. Yaşanan bu gelişmeler Anadolu Türkleri ile Türkistan Türkleri arasında yaklaşık iki asırlık bir ayrılığın da nişanesi olmuştur. Ancak 1991 yılına gelindiğinde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin iflasını ilan etmesiyle birlikte bugünkü Türk Cumhuriyetleri birer birer bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamışlardır.
Tüm bu gelişmeler bir arada düşünüldüğünde, Merhum Alparslan Türkeş’in tutuklandığı Irkçılık/Turancılık davasında mahkemeye sunduğu kayıtlı savunma metninde yer alan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) 1965’te ya da 1990’da dağılacağı ve o coğrafyadaki Türklerin tutsaklıktan kurtularak özgürlüklerine kavuşacağı ve Türk Dünyası ateşinin yanacağına ilişkin söylemleri daha anlamlı bir hale bürünmektedir. Nitekim Türkeş’in bu öngörüsü ve idealleri uğruna attığı adımlar 1991 sonrası somutlaşmıştır.
Türkeş, SSCB’nin dağılması ile birlikte büyük bir fırsat doğduğunu düşünerek Türk Dünyası’nın ekonomik ve sosyokültürel anlamda uzun vadede hizmet etmesi gayesiyle bizzat başkanlığını üstlenerek “Türk Devlet ve Toplulukları, Dostluk, Kardeşlik ve İş birliği Vakfı’nı (TÜDEV) kurmuştur. Bu vakıf her yıl Türk Dünyası Kurultayları düzenlemeye başlamıştır. TÜDEV, ilk toplantısını 21-23 Mart 1993 tarihleri arasında Antalya’da Türkiye’den altı yüz, Türk devlet ve topluluklarından da altı yüz olmak üzere toplamda bin iki yüz delegeyle gerçekleştirmiştir.
Türkeş’in Milliyetçilik Anlayışı Türkiye özelinde milliyetçilik denildiğinde akıllara önemli bir siyasi aktör olan Alparslan Türkeş gelmektedir. Genel başkanlığını yaptığı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP) ile daha sonra ismi Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olan iki partinin seçim beyannamelerinde milliyetçilik anlayışını açık bir şekilde ortaya koymuştur. 1965 ve 1969 yılında yayımlanan seçim beyannamesindeki milliyetçilik tanımı şu şekilde yapılmıştır; ‘‘Türk milliyetçiliğini; Türk milletine, kültürüne, devletine, sevgi, bağlılık ve hizmet ülküsü olarak tanıyoruz. Bu bakımdan bütün milliyetçi dernekleri desteklemek ve geliştirmek kararındayız. Millî ülkü ve millî kültürün ihyasını, ele alınması gereken en büyük dava olarak görüyoruz. Türk Milletinin refah ve mutluğunu, kişi, zümre, sınıf ve parti çıkarlarının üstünde görüyoruz’’ demiştir.
Türk milliyetçiliği Türk dilinin yanı sıra Türk karakteri ve ahlakından tarih birliği ve şuurundan ve bütün bunların yaşanılan hayattaki belirtilerinden kurulu olan Türk milli kültürünün yaşatmış olduğu Türk milletini sevme ve sayma ülküsüdür (Kafesoğlu, Tarihsiz: 198). Türkeş tarih sahnesinde varlığını devam ettiren her milletin kendi çıkarları doğrultusunda plan yaparak çeşitli faaliyetlerde bulunduğunu ifade eder. Türkeş’e göre insanlıktan dostluktan ve işbirliğinden bahseden ve çeşitli düşünceler aracılığıyla bir toplumu etkileyerek kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirmek isteyen akımlar çağımızda oldukça yaygındır .
Son Başbuğ Türkeş yabancı ideolojileri birbirinden farklı özellikleri bulunan zehirler olarak niteler ve 20. yüzyılı milliyetçilik ve halkçılık yüzyılı olarak adlandırır. Bazı fikir sistemlerinin iddia ettiği gibi milliyetçiliğin modasının geçtiğini ve yerini sosyalizmin alacağı fikrine şiddetle karşı çıkarak bu durumu çeşitli örnekler açıklar.
Türkeş Komünizm Nazizm ya da Faşizm gibi ideolojileri sıradan ve tek tip robotlar üretmek için tasarlanmış çeşitli ürünleri aracı kılan fikirsel bir derinliği olmayan sıradan ideolojiler olarak görmüştür. Türkeş’e göre bu ideolojilerin hepsi güvenliksiz ve sağlıksız toplumlarda ortaya çıkan ideolojilerdir.
Türkeş’e göre Türk milletine sadist Slav Marksizm’ini kopya etmek ya da soğuk Anglo-Sakson kapitalizmine bağlı kılmak doğru bir yol değildir dolayısıyla bir üçüncü yola ihtiyaç vardır bu üçüncü yol ne yalnızca dünya proletaryası diktatörlüğü ne de sömürücü kapitalizmdir.
Başbuğ Türkeş’in Türkiye’de karşılık bulan yabancı kökenli felsefi düşüncelere ve bu felsefelerin çözüm olarak sunulmasına karşı takındığı tavırı şu sözleri aracılığıyla yorumlamak mümkündür: “Türk milleti yabancı ülkelerin kendi şartlarına göre meydana getirdikleri sistemlere kopya etmekle kalkınamaz çünkü Türk milletinin kurtuluşu ve kalkınması ancak Türk milletinin milli gerçeklerini milli ruhunu milli ahlakını milli geleneklerini önemseyen ve modern bilim ile tekniği temele alan bir sistemdedir”
Türkeş Türk milliyetçiliğini birbirinden farklı boyutları bulunan farklı ideolojik zehirlere karşı panzehir olarak görmüştür. Zehirin panzehirle fikrinde ancak daha ileri bir fikirle yenilebileceği görüşündeyken farklı fikirlere karşı kendi milli bünyemize uygun, ötekilerden daha yüksek ve daha ileri bir fikirle galip gelinebileceğini savunuyordu
Başbuğ Türkeş, Türk milliyetçiliğini Türk milletinin varlığını koruyan ve yükselmesine katkı sağlayan en kutlu güç kaynağı olarak nitelendirmiştir:
Son Başbuğ, “Ben Türk milletini sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye; rüşvet ve hileyle çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenine; ahlâktan mahrum bir hürriyete; tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadî yapıya değil Türklük gurur ve şuuruna, İslâm ahlâk ve faziletine, yoksullukla savaşa, adâlette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikât yolu, Allah yoluna çağırıyorum” seslenişi ile Türk milliyetçiliği perspektifinden geliştirdiği siyaset ve yönetim anlayışını dünyaya ilân etmiştir.
Türkeş, temel hakların çiğnendiği ve müesseselerin işlemez hâle getirildiği bir düzende, adâletin tecellisinin mümkün olmayacağına ve “mülkün temelden sarsılacağına” işaret ederek herkesi “adâlette yarışa” çağırmıştır. Haklı bir davaya, rasyonel hedeflere ve geniş bir vizyona sahip olan Başbuğ Türkeş’in yaktığı ışık, bu çağrıya kulak veren Ülkücüler sayesinde elden ele dolaşarak Türkiye’yi aydınlatmıştır.
Millî ve manevî değerlerini özümsemiş ve çağdaş gelişmeleri müdrik bir gençliğin güçlü Türkiye’nin inşasının ve Türkiye’yi lider ülke yapmanın ilk şartı olduğuna işaret eden Başbuğ, Türk gençliğinin yüksek ülkü ve ideallerle yetişmelerini sağlamak amacıyla Ülkü Ocakları’nı kurmuştur. Onun yetiştirdiği milliyetçi ülkücü gençlik; bugün bilimde, bürokraside, siyasette, ekonomide, sporda ve sanatta toplumun her kesiminde O’nun devlet, millet, mukaddesat ve medeniyet tasavvuru doğrultusunda Türk devleti ve Türk milletini istiklâl içinde istikbâle taşımak için var gücüyle çalışmaktadır.
Türkeş’in yüksek ülkü ve idealleri, “önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben” anlayışında olan ve dünyaya Türkçe bakabilen Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkü Ocakları mensupları tarafından, bıraktığı emanetlere halel getirilmesine asla izin verilmeden, Türk milleti ve Türk devleti var olduğu sürece yaşatılacaktır. Bugün gelişen olaylar karşısında “acaba Başbuğ ne yapardı?” diyenlerin, Türkeş’in yolunu arayanların ve O’nun yolundan gitmek isteyenlerin, takip etmesi gereken tek kurum, Başbuğ’un emaneti olan Bilge Lider Dr. Devlet Bahçeli liderliğindeki Milliyetçi Hareket Partisi olmalıdır.
Zaman Türkeş’i hep haklı çıkarmıştır. Bu haklılığı sonucunda yaşarken liderlik yaptığı Milliyetçi-Ülkücü Hareket, onun vefâtının ardından günden güne büyümüş, ihanet odaklarına karşı Türk devletinin bekâsı ve Türk milletinin refahı için çalışan ehil ve tertemiz ellerde, samimî ve davaya sâdık yüreklerde daha da yücelmiştir.
Başbuğ Türkeş’in doğumunun 100. yıl dönümü vesilesiyle, onun ekonomik, sosyal ve siyasî alandaki düşünce ve görüşlerini, dünyaya bakışını, hukuk, adâlet ve demokrasi anlayışını, dış politikaya ve Türk dünyasına yaklaşımını, siyaset sahnesinde efsaneleşmiş mücadelesini ve günümüzdeki gelişmeler karşısında ortaya çıkan sorunlara çare olabilecek çözüm önerileriyle somutlaşan vizyoner kişiliğini gelecek nesillere anlatabilmek oldukça önemlidir. Bu duygu ve düşüncelerle sözlerime son verirken 1944 Milliyetçilik Mücadelesinde Tabutluklarda türlü işkencelere Mahkûm edilen Başbuğ Alparslan Türkeş’e, Türkiyem şiiri ’nin şairi Merhum Dilaver CEBECİ tarafından yazılan;” Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkûma Mektup şiir ile sonlandırmak istiyorum.
Sana bu mektubu bir gece yarısında yazıyorum
azatlığın zirvesinde sohbete dalmış yıldızlar
zühre bir şarkı tutturmuş babilden kalan
zavallı dünya habersiz, zavallı dünya sağır
bir Harutla Marut birde ben dinliyorum
Derken kayıp gidiyor yıldızlardan birisi
Bir intikam fişeği gibi saplanıyor karanlığın karnına
Senin namına yıldızları kıskanıyorum
Kimbilir kaç ışık yılı uzakta öfkeyle kollarını çemriyor yalancı fecir
imanım gibi biliyorum vakit asılmak vaktidir
ve taksim gazinolarında trahomlu şairler
mısra arıyorlar masaların altında
kanını içiyorlar bilmeden cennet atlarının
ben yurdumun en sert tütününden bir sigara yakıyorum
dumanı ciğerlerime değil iliklerime çekiyorum
ne kadar ürkek ceylan varsa asya çöllerinde
domaniç yaylasında ne kadar dizginsiz at
başlıyorlar kılcal damarlarımda koşmaya
sıcak solukları yalarken anlımı toynaklarını hissediyorum alyuvarlarımda
sana bu mektubu evimin balkonundan yazıyorum sağ elimi koyuyorum tam yüreğimin üstüne
çankaya yokuşunda söylediğimiz marşı duyuyorum
ulu kayalar parçalanıyor beynimin bir yerine
bir yerinde demirden dağlar eriyor
atlas yelkenli gemileri unutmuş bir kaç levent viski kokulu bulvarlarda yavaş yavaş ölüyör
istediğin o seccadeyi hemen gönderiyorum
üstünde Kâbe resmi ve anamın dûaları var
ve bildiğin sebeplerden ben gelemiyorum
yine biliyorsun ki sevmedim ülküden başkasını
başı dumanlı dağları dolunayı ufukları
birde çankaya yokuşunda söylediğimiz marşı
önce Allah sonra genlerim şahit
sevgimi üçbinyıl sonra doğacak torunuma yolluyorum trahomlu şairler doğruluyorlar masaların altından
parmakları fahişelerin karanlık saçlarında benim kalemeimden kan değil süt damlıyor
geceler boyu böyle geleceği emziriyorum
kahrolayım sevmedim ülküden başkasını birde seni çok seviyorum.